La reine des abeilles


Kraliçe Arı


Il y avait une fois deux fils de roi qui s'en allèrent chercher les aventures et se jetèrent dans les dérèglements et la dissipation, si bien qu'ils ne revinrent pas à la maison paternelle. Leur frère cadet, qu'on appelait le petit nigaud, se mit à leur recherche; mais, quand il les eut retrouvés, ils se moquèrent de lui, qui, dans sa simplicité, prétendait se diriger dans un monde où ils s'étaient perdus tous deux, eux qui avaient bien plus d'esprit que lui.
Kralın oğullarından ikisi macera aramaya çıktı, ama sefahate öyle düşkündüler ki, bir daha eve dönmediler. Üçüncüsü, yani Budala denilen en küçük oğlan ağabeylerini aramak için yola düştü. Sonunda onları buldu. Ama onlar alay ettiler. "Biz bile dayanamadık, sen bu avanaklığınla bu yaşama ayak uyduramazsın" dediler. Neyse, üçü birlikte yola koyuldu.

S'étant mis ensemble en chemin, ils rencontrèrent une fourmilière. Les deux aînés voulaient la bouleverser pour s'amuser de l'anxiété des petites fourmis, et les voir courir de tous côtés en emportant leurs œufs; mais le petit nigaud leur dit: « Laissez en paix ces animaux, je ne souffrirai pas qu'on les trouble. »
Derken bir karınca yuvası gördüler; onu hemen bozarak karıncaların nasıl kaçışacağını izlemek istediler. Ama Budala, "Hayvanları rahat bırakın, rahatlarını kaçırmayın" dedi. Yürümeye devam ettiler. Derken bir gölde yüzmekte olan bir sürü ördek gördüler. Ağabeyleri onlardan birkaç tanesini yakalayıp yemek istediyse de Budala onları engelledi. "Hayvanları rahat bırakın, onları öldürmenizi istemiyorum" dedi. Sonunda bir arı yuvasına rastladılar. İçinde o kadar çok bal vardı ki, ağacın gövdesine sızmaktaydı. İki kardeş ağacın altında ateş yakarak arıları dumana boğmak istedi; böylece balı alıp kaçacaklardı.

Plus loin ils trouvèrent un lac sur lequel nageaient je ne sais combien de canards. Les deux aînés en voulaient prendre un couple pour les faire rôtir; mais le jeune s'y opposa en disant; « Laissez en paix ces animaux; je ne souffrirai pas qu'on les tue. »
Ama Budala onlara yine engel oldu, "Hayvanları rahat bırakın, onların yanmasını istemiyorum" dedi. Ve bir gün üç kardeş, bir saraya vardı. Sarayın avlusunda bir sürü taşlaşmış at gördüler, ama insandan eser yoktu. Tüm odaları dolaşıp geçtikten sonra karşılarına bir kapı çıktı. Üzerinde üç tane anahtar asılıydı.

Plus loin encore ils aperçurent dans un arbre un nid d'abeilles, si plein de miel qu'il en coulait tout le long du tronc. Les deux aînés voulaient faire du feu sous l'arbre pour enfumer les abeilles et s'emparer du miel. Mais le petit nigaud les retint et leur dit: « laissez ces animaux en paix; je ne souffrirai pas que vous les brûliez. »
Kapının ortasında ufacık bir pencere vardı; oradan bakıldığında odanın içi görülüyordu. İçerde, masa başında oturan bir cüce gördüler. Bir iki kez seslendiler, ama cüce işitmedi. Üçüncü kez seslendiklerinde cüce ayağa kalkarak kapıyı açıp dışarı çıktı. Ama tek kelime etmedi. Onları alarak güzel yemeklerle donanmış yemek masasına oturttu. Oğlanlar yiyip içtiler; cüce her birine birer yatak verdi.

Enfin les trois frères arrivèrent dans un château dont les écuries étaient pleines de chevaux changés en pierre; on n'y voyait personne. Ils traversèrent toutes les salles et parvinrent à la fin devant une porte fermée par trois serrures. Au milieu de la porte il y avait un petit guichet par lequel on apercevait un appartement. Ils y virent un petit homme à cheveux gris, assis devant une table. Ils l'appelèrent une fois, deux fois, sans qu'il parût entendre; à la troisième, il se leva, ouvrit la porte et sortit au-devant d'eux; puis sans prononcer une parole, il les conduisit à une table richement servie, et, quand ils eurent bu et mangé, il les mena chacun dans une chambre à coucher séparée.
Ertesi sabah cüce en büyük oğlanın yanına vararak işaretlerle onu taşlaşmış bir kara tahtanın önüne çağırdı. Tahtada, kilidi açmak için üç görevin yerine getirilmesi gerektiği yazılıydı. İlk ödev şöyleydi: Ormandaki bir ağacın dibindeki yosunların altında prensesin bin tane incisi duruyordu. Onlar gün batana kadar bulunacaktı; ama bir tanesi eksik çıkarsa, onu arayan kişi taşlaşacaktı!

Le lendemain matin, le petit vieillard vint à l'aîné des frères, et lui faisant signe de le suivre, il le conduisit devant une table de pierre, sur laquelle étaient écrites trois épreuves dont il fallait venir à bout pour désenchanter le château. La première était de chercher dans la mousse, au milieu des bois, les mille perles de la princesse, qu'on y avait semées; et, si le chercheur ne les avait pas trouvées toutes avant le coucher du soleil, sans qu'il en manquât une seule, il serait changé en pierre. L'aîné passa tout le jour à chercher les perles; mais, quand arriva le soir, il n'en avait pas trouvé plus de cent, et il fut changé en pierre, comme il était écrit sur la table. Le lendemain, le second frère entreprit l'aventure; mais il ne réussit pas mieux que son aîné: il ne trouva que deux cents perles, et il fut changé en pierre.
En büyük oğlan yola çıktı; bütün gün incileri aradı, ama ancak yüz tanesini bulabildi ve kara tahtada yazıldığı gibi, taşlaşıverdi.

Enfin vint le tour du petit nigaud. Il chercha les perles dans la mousse. Mais comme c'était bien difficile et bien long, il s'assit sur une pierre et se mit à pleurer. Il en était là, quand le roi des fourmis auquel il avait sauvé la vie, arriva avec cinq mille de ses sujets, et il ne fallut qu'un instant à ces petits animaux pour trouver toutes les perles et les réunir en un seul tas.
Ertesi gün ortanca oğlan bu riski göze aldı; ama onun da başına aynı şey geldi. İki yüzden fazla inci bulamayınca o da taşlaştı.

La seconde épreuve consistait à repêcher la clef de la chambre à coucher de la princesse, qui était au fond du lac. Quand le jeune homme approcha, les canards qu'il avait sauvés vinrent à sa rencontre, plongèrent au fond de l'eau et en rapportèrent la clef.
Sıra Budala'ya geldi. O yosunları buldu; ama incileri çıkarması çok zaman alıyordu. Bir taşın üstüne oturup ağlamaya başladı. O orada otururken karşısına bir zamanlar hayatını kurtardığı karıncaların kralı beş bin karıncayla çıkageldi. Aradan çok geçmeden ufacık hayvanlar incilerin hepsini bulup bir kenara yığdılar. İkinci görev prensesin yatak odasının anahtarını gölden çıkarmaktı. Budala o göle vardığında hayatını kurtardığı ördekleri gördü. Ördekler hemen suya dalarak gölün dibindeki anahtarı bulup çıkarıverdiler.

Mais la troisième épreuve était la plus difficile: il fallait reconnaître la plus jeune et la plus aimable d'entre les trois princesses endormies. Elles se ressemblaient parfaitement, et la seule chose qui les distinguât était qu'avant de s'endormir, l'aînée avait mangé un morceau de sucre, tandis que la seconde avait bu une gorgée de sirop, et que la troisième avait pris une cuillerée de miel. Mais la reine des abeilles que le jeune homme avait sauvées du feu vint à son secours: elle alla flairer la bouche des trois princesses, et resta posée sur les lèvres de celle qui avait mangé du miel: le prince la reconnut ainsi. Alors, l'enchantement étant détruit, le château fut tiré de son sommeil magique, et tous ceux qui étaient changés en pierres reprirent la forme humaine. Le prétendu nigaud épousa la plus jeune et la plus aimable des princesses, et il fut roi après la mort de son père. Quant à ses deux frères, ils épousèrent les deux autres sœurs.
Üçüncü görev en zoruydu. Kralın uyumakta olan üç kızından en gencini ve en sevimlisini bulmak! Kızların üçü de birbirinin aynıydı; onları ayırabilmek çok zordu. Ama kızlar yatmaya gitmeden önce çeşitli tatlılar yemişti: En yaşlısı bir kesme şeker, İkincisi birkaç kaşık şurup, en küçüğü de bir kaşık bal! Derken kraliçe arı çıkageldi; bu Budala'nın yanmaktan kurtardığı arıydı. Her bir kızın dudağına konarak kimin bal yediğini anlayıverdi. Ve onun dudağında kaldı. O zaman Budala en genç kızı saptayıverdi. O anda büyü bozuldu; herkes uykudan uyandı; kim taşlaşmışsa yine canlı insana dönüştü. Budala, en genç ve en sevimli kızla evlendi; kayınpederinin ölümünden sonra da kral oldu. Ağabeyleri de öbür iki kızla evlendi.