Karbeyazı ile Gülkırmızısı


雪白と薔薇紅


Fakir bir dul kadın tek başına bir kulübede yaşıyordu. Evinin önündeki bahçede iki tane gül fidanı bulunuyordu; biri beyaz, öbürü kırmızı gül veriyordu. Kadının iki kızı vardı ki, onlar da bu gül fidanlarına benziyordu. Hatta birinin adı Karbeyazı, öbürünün adı Gülkırmızısı'ydı. İkisi de o kadar dürüst, çalışkan ve iyi kızlardı ki! Yalnız Kar- beyazı Gülkırmızısı'na göre daha sakin ve uysaldı. Gülkırmızısı hep kırlara çıkar, çiçek toplar ve ötücü kuşlar yakalardı. Karbeyazı'ysa evde, annesinin yanında oturur, ev işlerinde yardım eder, hiç işi olmazsa ona kitap okurdu.
İki kardeş birbirini çok seviyordu. Sokağa çıktıkları zaman hep el ele tutuşup yürürlerdi. Karbeyazı ne zaman, "Biz hiç ayrılmayacağız" dese Gülkırmızısı hemen "Yaşadığımız sürece" diye eklerdi. Anneleri de "Her şeyiniz ortak olsun" derdi. Sık sık ormana gidip çilek toplarlardı; hiçbir hayvan onlara zarar vermezdi. Tam tersine, tavşan lahana yaprağını onların elinden yerdi, ceylan hep yanlarında otlar, geyik de o arada neşeli sıçrayışlar yapar, kuşlar da ağaç dallarına tüneyerek bildikleri şarkıları söylerlerdi. Ormanda geç vakit kalsalar bile başlarına hiç kötü bir şey gelmezdi. Karanlık basınca birbirlerine sokularak yosunların üstünde sabaha kadar yatıp uyurlardı. Anneleri hiç merak etmezdi.
Bir keresinde geceyi yine ormanda geçirdiler. Sabah uyandıklarında karşılarında parlak ve beyaz giysiler giymiş bir çocuk gördüler. Çocuk ayakta durdu, onlara dostça baktı, ama sonra hiçbir şey söylemeden ormana daldı. Etrafa bakındıklarında kendilerinin büyük bir uçurumun hemen kenarında olduklarını gördüler; yani birkaç adım daha atsalar, aşağı düşmeleri işten değildi! Anneleri onun, iyi kalpli çocukları koruyan bir melek olduğunu söyledi.
İki kardeş annelerinin evini o kadar temiz tutuyorlardı ki, içeri girip bakmak insana zevk veriyordu.
Yazları eve Gülkırmızısı bakıyordu ve her sabah annesinin yatağına, o kalkmadan önce, bir demet çiçek getiriyordu; demette her fidandan koparılmış birer gül oluyordu.
Kışın da Karbeyazı sobayı yakıyor, sonra da su dolu kazanı üzerine yerleştiriyordu. Bu kazan pirinçtendi, onu parlatmak ve altın gibi pırıl pırıl yapmak da Karbeyazı'nın işiydi. Sonra ocak başına geçip otururlar, anneleri de gözlüğünü takarak koca bir kitaptan öyküler okurdu. Kızlar da bunu dinlerken iplik eğirirlerdi. Hemen yanlarında, yerde bir kuzu yatardı; duvara yanlamasına sokulmuş bir sopada tünemiş beyaz bir güvercin başını kanatlarına sokardı hep.
Bir akşam böyle hep birlikte otururlarken kapı çalındı. Biri içeri girmek ister gibiydi.
Anneleri, "Gülkırmızısı, git hemen kapıyı aç. Tanrı misafiri olmalı, herhalde yolunu şaşırdı" dedi.
Kız gidip kapının sürgüsünü yana sürerken, herhalde fakir bir adamdır diye aklından geçirdi. Ama gelen bir ayıydı, siyah tüylü kocaman kafasını kapıdan içeri soktu.
Gülkırmızısı haykırarak geri çekildi; kuzu meledi, güvercin kanat çırptı ve Karbeyazı annesinin yatağının arkasına saklandı.
Ama ayı konuşmaya başladı. "Korkmayın, size bir şey yapacak değilim; soğuktan donuyorum, yanınızda biraz ısınmak istiyorum" dedi.
"Zavallı ayı, gel şöyle ateşin yanına. Ama dikkat et, postun yanmasın" diyen anneleri her iki kıza şöyle seslendi: "Karbeyazı, Gülkırmızısı, gelin buraya, ayı size bir şey yapmayacak; iyi niyetliymiş!"
İki kız ağır ağır ona yaklaştı; kuzu da, güvercin de korkularını yendi. Ayı şöyle dedi: "Çocuklar, şu üzerimdeki karları silkelesenize?"
Çocuklar ellerine geçirdikleri süpürgelerle ayının postunu kardan temizlediler; o da ocak başına geçip keyif çıkarırken zevkle homurdandı.
Çok geçmeden kaynaştılar ve bu çaresiz misafiri ehlileştirdiler. Elleriyle postunu çekiştirdiler, ayaklarını sırtına dayadılar, onu yerde yuvarladılar; homurdandığı zaman sopa attılar.
Ayı bunlara seve seve katlandı. Ama kendisini çok kızdırdıkları zaman şöyle seslendi:
Bırakın beni, çocuklar,
Karbeyazı, Gülkırmızısı!
Canımı yakıyor bazısı.
Yatma vakti geldiğinde kızlar yataklarına yattı; kadın ayıya, "Sen ocak başında yat, dışarıda hava berbat; burada ısınırsın" dedi.
Ertesi sabah çocuklar onu dışarı bıraktı ve ayı karlar üzerinden pat pat yürüyerek ormana daldı.
O günden sonra ayı her akşam belli bir saatte geldi, ocak başına geçti, arada bir çocuklarla oynadı. Çocuklar ona o kadar alıştı ki! Bu koca adam gelinceye kadar sokak kapısını hep açık tuttular.
İlkbahar gelip de her yer yeşillenince ayı bir sabah Karbeyazı'ma, "Artık gitmem gerek, bütün bir yaz burada olmayacağım" dedi.
"Nereye gideceksin, sevgili ayı?" diye sordu kız.
"Ormana gidip hazinemi oradaki cücelerden korumam gerekiyor. Kışları, toprak soğuk olduğu sürece o cüceler hep toprak altındadır, kazıp dışarı çıkamazlar. Ama güneş çıkıp da toprağı ısıtmaya başlayınca hemen ortaya çıkarlar; herkesin işine burunlarını sokarlar, hırsızlık yaparlar; çaldıkları şeyleri toprak altındaki mağaralarına götürdüler mi onları bir daha göremezsin" dedi ayı.
Vedalaşırken kız çok üzüldü. Kapının sürgüsünü yana çekti, ayı oradan geçerken kapıya sürtündü ve derisinin bir parçası soyuldu. Karbeyazı sanki altın görmüş gibi oldu, ama pek emin olamadı. Ayı hemen oradan uzaklaştı ve çok geçmeden ağaçlar arasında kayboldu.
Bir süre sonra anneleri her iki kızı çalı çırpı toplamaları için ormana gönderdi. Kızlar orada büyük bir ağaç gördüler; bu ağaç yere kadar eğilmişti ve gövdesinin yakınında bir oraya bir buraya zıplayan bir şey vardı. Bunun ne olduğunu anlamadılar, ama yanına yaklaştıklarında buruşuk suratlı, çok uzun ve bembeyaz sakallı bir cüce gördüler. Sakalının ucu ağacın yarıklarından birine sıkışmıştı ve cüce ipe bağlı köpek yavrusu gibi, oraya buraya sıçrıyor ve ne yapacağını bilemiyordu.
Kızları görünce kan çanağına dönmüş patlak gözlerini onlara çevirerek haykırdı: "Ne duruyorsunuz orda öyle! Gelip bana yardım etsenize!"
"Ne yaptın ki sen, ufaklık?" diye sordu Gülkırmızısı.
"Aptal, kaz kafalı, sen de" diye cevap verdi cüce: "Yemek pişirmek için ufak bir parça odun kesecektim sadece. Evde biri var, pek yemek yemiyor; sizler gibi arsız değil o. Kamayı tam yerine sokup yerleştirdim, ama uğursuz ağaç birden devriliverdi, o güzel ve bembeyaz sakalımı kurtaramadım; oraya sıkıştı kaldı, ben de bir yere gidemiyorum işte! Sizler de utanmadan gülüyorsunuz bana! Çok ayıp! Çok çirkin!"
Her iki çocuk, cücenin sakalını kurtarmak için ne kadar uğraştılarsa da başaramadılar; öyle bir sıkışmıştı ki!
"Ben gidip yardım getireyim" dedi Gülkırmızısı.
"Ne koyun kafalıymışsınız be" diye homurdandı cüce: "Ne diye adam getireceksiniz? Siz ikiniz yetersiniz; aklınıza hiç mi başka bir şey gelmiyor?"
"Dur bakalım, sabırlı ol" dedi Karbeyazı. "Ben bir çare buldum!"
Böyle diyerek cebinden çıkardığı makasıyla cücenin sakalının ucunu kesti.
Cüce serbest kalır kalmaz ağacın köküne sıkışıp kalan bir zembili çekip aldı; bunun içi altın doluydu! Onu sırtladıktan sonra kendi kendine şöyle homurdandı: "Küstahlar! O güzelim sakalımı nasıl da kestiler! Lanet olsun!"
Ve çocukların yüzüne bile bakmadan çekip gitti.
Daha sonra Karbeyazı ile Gülkırmızısı balık avına çıktılar. Dere kenarına vardıklarında suya sıçramaya çalışan koskoca bir çekirge gördüler. Yanına yaklaştılar ve cüceyi tanıdılar.
"Nereye böyle?" diye sordu Gülkırmızısı, "Yoksa suya mı atlayacaksın?"
"Enayi miyim ben?" diye haykırdı cüce. "Görmüyor musunuz, şu lanet olası balık beni suya çekmek istiyor!"
Daha önce cüce orada oltasıyla balık avlarken birden rüzgâr çıkmış ve sakalını oltasına dolamıştı. Derken koskoca bir balık çıkagelmiş ve onu sakalından yakalamıştı. Bizim yaratık gitgide güçsüzleşmiş ve balık kumandayı ele almıştı. Cüce çimenlere ve sazlıklara ne kadar sarıldıysa da yararı olmadı. Balık ne yaptıysa ona uymak zorunda kaldı. Bu arada sakalı iyice oltaya dolandı. Kızın başka çaresi kalmadı. Cebinden çıkardığı makasıyla cücenin sakalını kesti; bu arada kendi saçından da biraz kesiverdi.
Cüce haykırdı: "Küstahlar, güzel yüzümü mahvettiniz. Önce sakalımın ucunu daha sonra da en güzel kısmını kestiniz! Ben şimdi nasıl hanımın yüzüne bakacağım? Hadi, tabanları yağlayın şimdi!"
Ve sazların arasındaki içi inci dolu zembilini sırtladığı gibi oradan uzaklaştı ve bir kayanın arkasında kayboldu.
Derken günün birinde anneleri iki kızı iğne, iplik, sicim ve şerit satın almak üzere şehre gönderdi. Yolları bir otlaktan geçti, ama burada her yere taş atılmıştı. Derken havada uçmakta olan kocaman bir kuş gördüler. Bu kuş ağır ağır tepelerinde uçtu, sonra gittikçe alçaldı ve kayalıklardan birine iniverdi. Ardından korkunç bir çığlık duyuldu. Hemen oraya koştular ve bir kartalın bizim cüceyi yakalayıp havaya kaldırmaya çalıştığını gördüler.
Her iki kız cüceye acıdıkları için kartalla mücadele ettiler, sonunda kuş avını bırakıp cırtlak sesle bağırarak kaçtı.
Cüce, "Biraz dikkat etsenize be! İnce ceketimi delik deşik ettiniz! Ne sakar yaratıklarsınız siz" diye bağırdı.
Sonra içi kıymetli taşlarla dolu zembilini sırtlayarak kayalıklar arasında kayboldu, mağarasına gitti.
Kızlar onun nankörlüğüne alışıktılar zaten. Yollarına devam ettiler, şehirde alacaklarını aldılar. Eve dönerken yine o otlağa vardıklarında cüceyi gördüler. Temiz bir zemine zembilindeki tüm kıymetli taşları boşaltmıştı; günün bu geç saatinde kimsenin oraya gelmeyeceğini ummuştu.
Akşam güneşi kıymetli taşların üstüne vurmuştu; hepsi çeşitli renklerde pırıl pırıl parlamaktaydı. Çocuklar durup bunu seyretti.
Cüce, "Ne duruyorsunuz orda, aval aval bakıyorsunuz be?" diye haykırdı. Kül rengi suratı kızgınlıktan kıpkırmızı kesilmişti. Tam küfür etmeye hazırlanıyordu ki, arkasında bir homurtu işitti; ormandan siyah bir ayı çıkmıştı!
Cüce o kadar korktu ki, yuvasına kaçamadı, çünkü ayı o tarafta duruyordu.
Cücenin ödü koptu ve "Sevgili Ayı Bey, nolur acı bana. Sana bütün servetimi vereyim. Bak, şurda yatan taşlara bak! Bunlar dünyanın en güzel ve en kıymetli taşları. Benim hayatımı bağışla, zaten ufacık biriyim; dişinin kovuğunu bile doldurmam. Bak şurda iki tane kız var, tam senin dişine göre; onları ye sen" dedi.
Ayı onun lafına aldırmadı ve bu kötü kalpli yaratığa bir pençe attı; cüce bir daha kıpırdamadı.
Kızlar kaçmaya kalkışınca ayı arkalarından seslendi: "Karbeyazı, Gülkırmızısı, korkmayın, durun. Ben de sizinle gelmek istiyorum."
Kızlar o zaman onun sesini tanıyıp durdular.
Ayı onların yanına yaklaşınca birden postu yere düştü altın giysiler içinde yakışıklı bir delikanlı çıktı karşılarına.
"Ben bir prensim" dedi oğlan. "Benim hazinemi çalan şu imansız cüce beni ormanda dolaşan bir ayıya dönüştürdü. Bu büyüden kurtulabilmem için onun ölmesi gerekiyordu. Şimdi cezasını buldu işte!"
Karbeyazı onunla evlendi, Gülkırmızısı da onun erkek kardeşiyle evlendi. Cücenin mağarasında sakladığı hazineyi paylaştılar.
Yaşlı anaları çocuklarının yanında daha uzun yıllar mutlu yaşadı.
Kadın bahçedeki gül fidanını penceresinin önüne dikti ve onlardan her yıl yeni güller aldı: Beyaz ve kırmızı.
昔、人里離れた小さい家に貧しい未亡人が住んでいました。家の前に庭があり、そこには2本のばらの木がありました。そのばらの木の一本には白い花が、もう一本には赤い花が咲きました。この人には二本のばらの木のような子供が二人いて、一人は雪白、もう一人はばら紅と呼ばれました。二人は善良で幸せで、よく動き、明るい子供で、世界を探してもこんな二人はいないと思われました。ただ雪白の方がばら紅より静かでおとなしいといえました。ばら紅は花を捜したりチョウをつかまえたりして草原や野原を走り回る方が好きでしたが、雪白は母親と一緒に家にいて、家事を手伝ったり、何もすることがないときは母に本を読んであげたりしました。二人の子供たちはお互いが大好きだったので、一緒に外に出るときはいつもお互いの手を握っていました。そして雪白は「私たちはお互いを離れないわ」と言い、ばら紅は「生きてる限りずっとね。」と答え、母親は、「一人が持ってるものをもう一人と分かち合うのよ」と付け加えるのでした。
二人はよく二人だけで森を走り回り、赤イチゴを摘みました。二人に危害を加える獣はいなくて、信用して二人に近づいてきました。子ウサギは二人の手からキャベツの葉を食べ、ノロジカは二人のそばで草を食べ、牡鹿はふたりのそはで楽しそうに跳ね、鳥たちは枝にじっとして知っている歌を歌いました。森にずっと遅くまでいても、何の災難も二人におきませんでした。夜が来ると、二人は苔の上に並んで寝て、朝が来るまで眠りました。母親はこれを知っていて、二人のために心配したりしませんでした。あるとき、二人が森で夜を過ごし、夜明けが二人を起こしたとき、輝く白いドレスを着た美しい子どもが二人の寝床の近くに座っていました。子供は立ちあがって二人をとてもやさしくみつめましたが、何も言わないで、森の中へ行ってしまいました。そして二人が周りを見回すと、二人は断崖のとても近くに眠っていて、あと2,3歩行っただけで暗いのでそこに落ちていたことがわかりました。母親は、それはよい子たちを見守っている天使だったにちがいないよ、と二人に話しました。
雪白とばら紅は母親の小さな家をとてもきれいにしておいたので、中を見るのは楽しいことでした。夏にばら紅は家の手入れをして、毎朝、母が目覚める前に母のベッドのそばに、それぞれの木からとった1本のばらを入れた花輪をおきました。冬には雪白が火を燃やし、炉にやかんをかけました。やかんは真鍮製でとてもあかるく磨かれて金のように輝きました。夕方に、雪がちらちら降ってくると、母親は「雪白や、戸にかんぬきをかけておいで。」と言いました。それからみんなで暖炉の周りに座り、母親は眼鏡をとりだして大きな本から声をだして読んであげ、二人の娘は座って糸を紡ぎながら、耳を傾けました。三人の近くには子羊が床にねて、後ろの止まり木には白い鳩が翼の下に頭を隠して座っていました。
ある夜、三人がこんなふうにくつろいで座っていたとき、だれかが、中に入れてもらいたがっているように戸をたたきました。母親は、「ばら紅、急いで戸を開けておやり。宿を探している旅の人にちがいないよ。」と言いました。ばら紅は行って、それが気の毒な人だと思いながら、かんぬきをはずしました。しかし、違いました。入口に広い黒い頭をぬっと入れたのは熊でした。ばら紅は悲鳴をあげ、飛び退りました。子羊はメエメエなき、鳩が羽をばたばたさせ、雪白は母親のベッドのかげに隠れました。しかし、熊は喋り始め、「こわがらないで。危害を加えませんから。私はもう凍えそうであなた方のそばで少し温まりたいだけなんです。」と言いました。「かわいそうな熊さん、どうぞ火のそばに横になって。ただ毛皮をこがさないように気をつけてね。」と母親は言いました。それから、大きな声で、「雪白、ばら紅、出ていらっしゃい、熊さんは何もしやしないわよ。こわがらないで。」と言いました。熊は、「さあ、子供たち、ちょっと毛皮から雪を払い落してくださいな。」と言いました。それで二人はほうきをもってきて、熊の皮をきれいに掃きました。それで熊は火のそばに体を伸ばし、満ち足りて気持ちよさそうにうなりました。
まもなく二人はすっかりなれてきて、この不器用なお客にいたずらを始めました。二人は手で熊の毛を引っ張ったり、背中に足をのせてあちこち転がしたり、はしばみの小枝をとってきてたたいたりして、熊がうなると二人は笑いました。しかし、熊は悪く取らないでなんでも二人にさせておきましたが、二人があまりにひどくなったときだけは、「私を生かしておいてくれ、雪白、ばら紅、君たちは求婚者を殺す気か」と叫びました。寝る時間になって他の人たちがベッドに行くと、母親は熊に、「あなたは暖炉のそばにねるといいわ。そうすれば寒さと悪天候から安全でしょ。」と言いました。夜が明けるとすぐ、二人の子供たちは熊を外に出し、熊は雪をこえて森に走って行きました。それ以来、熊は毎晩同じ時間にやってきて、暖炉のそばに寝て、好きなだけ子供たちを遊ばせておきました。そして熊にとても慣れたので黒い友達がやってくるまでは戸にかんぬきをしなくなりました。
春がやってきて、外一面が緑になったとき、ある朝、熊は雪白に、「もう行かなくてはならない。夏中は戻れないよ。」と言いました。「では、どこへ行くの?熊さん」と雪白は尋ねました。「森へ行って悪い小人たちから宝を守らなくてはいけないんだ。冬に地面が固く凍る時は小人たちは地下にいて、出て来れないんだが、お日さまが氷を溶かし地面を暖めると、地面から出てきて宝を掘って盗むんだ。それで一度やつらの手にはいったら、ほら穴にしまいこんで、二度とわからなくなってしまうんだよ。」と熊は言いました。雪白は熊と別れるのがとても残念でした。熊のために戸のかんぬきをはずしていて、熊が急いで外に出ようとしていたので、かんぬきにぶつかり、毛皮がすこし切れ、雪白にはその切れ目から金が光っているのが見えたように思いましたが、はっきりとはわかりませんでした。熊は素早く走り去り、やがて木々のうしろに見えなくなりました。
その後まもなく、母親はたきぎを集めに子供たちを森へやりました。そこで二人は地面に倒れた大きな木を見つけました。そしてその幹の近くの草の中で何かが前後に跳びはねていましたが、二人はそれが何かわかりませんでした。もっと近づいてみると、年とったしわくちゃの顔をして、雪のように白いあごひげが一ヤードも長い小人が見えました。ひげの端が木の割れ目に挟まり、この小さな生き物は綱につながれた犬のようにあちこち跳びはねていて、どうしたらよいのかわかりませんでした。小人は火のような赤い目で娘たちをにらみつけて、「お前たちはなぜそこにつっ立ってるんだ?こっちへ来てわしを助けんか?」と叫びました。「何をしようとしているの?小人さん」とばら紅が尋ねました。「この間抜けの馬鹿野郎」と小人は答えました。「料理に使う小さなたきぎをとろうとしてその木を割ろうとしていたんだわい。わしらが食べる少しの食べ物は重い丸太ではすぐこげてしまうんじゃ。わしらはお前たちのようなさつながつがつ食べる人種ほどは食わんからな。くさびをうまくうちこんだばかりで、思っていたとおりに万事がいっていたんだが、忌々しいくさびが滑らか過ぎたんだろう、急にはじけ出て、木が急に閉じてしまったから、わしの美しい白いひげが抜けなくなってしまったのじゃ。今はきつく挟まってわしは離れられん。それで、ばかな、でかいミルク顔の者が笑いおる。ああ、お前たちは何ていやなやつだ」子供たちはとても一生懸命やりましたが、ひげを引っ張りだすことができませんでした。あまりにきつく挟まっていたのです。「走って行って誰か呼んでくるわ。」とばら紅は言いました。「この無分別のとんま」と小人がどなりました。「なんでだれかをつれてこなきゃならん?お前たち二人でもわしには多すぎるんだ。もっとましなことを思いつかんのか?」「いらいらしないで、助けてあげるわ」と雪白は言って、ポケットから鋏を引き出し、ひげの端を切り離しました。
小人は自由になるとすぐ木の根の間にある金でいっぱいの袋を握り、「がさつ者め、わしのすてきなひげを切るなんて、悪運をお前たちに」とぶつぶつ独り言を言いながら、その袋を持ち上げ、背中に袋を振り担ぎ、子供たちを一度も見ないで去りました。その後しばらくして雪白とばら紅は魚取りにいきました。小川の近くに来ると、大きなバッタのようなものが跳び込もうとしているように水のほうへ跳ねていくのがみえました。二人は走っていき、それが小人だとわかりました。「どこへいくの?」とばら紅が言いました。「川に入りたいんじゃないのよね?」「わしはそんな馬鹿じゃない。忌々しい魚がわしをひっぱりこもうとしているのが見えんのか?」と小人は叫びました。
小人はそこで釣りをして座っていましたが、不運にも風でひげが釣り糸とからまってしまいました。そのすぐ後、大きな魚がえさに食いつき、その力のない生き物はその魚を引き上げる力がありませんでした。魚の方が優勢なまま小人を自分の方へ引きました。小人は手当たり次第に葦や灯心草につかまりましたがあまり役にたちませんでした。というのは小人は魚の動きに合わせるしかなく、今にも川に引きずり込まれる危険があったからです。娘たちはちょうどよく来たのです。二人は小人をしっかり押さえてひげを糸からはずそうとしましたが、無駄でした。ひげと糸はしっかりからまりあっていました。鋏を取り出してひげを切るしかありませんでした。それでひげの一部分がなくなりました。小人はそれをみると金切り声をあげました。「それが礼儀にかなってるか?この毒きのこめ、人の顔を台無しにしおって。ひげの端を切りぬくだけで十分ではなかったのか?今度は一番いいところを切りとりやがって。仲間に見られるわけにいかんではないか。お前たちなんぞ走って靴の底がはげ落ちるがいいんだ。」それから灯心草の中にある真珠の袋を取り出し、あとは一言も言わないで、それをひきずっていき、石の向こうに消えました。
それからまもなく、母親は二人の子供たちを針や糸、レースやリボンを買いに町へやりました。道をいくと二人は大きな岩があちこち散らばっている荒れ野を通りました。そこで二人は大きな鳥が空中を舞い、自分たちの上でゆっくりとぐるぐる回っているのに気付きました。鳥はだんだん低く降りてきて、ついにあまり遠くない岩の近くに止まりました。途端に大きな悲鳴が聞こえました。二人は走って行き、見てびっくりしました。ワシが二人の古い知り合いの小人をつかみ、連れ去ろうとしていたのです。子供たちは可哀そうに思い、すぐに小人をしっかりつかみ、しばらくワシと引っ張り合って、とうとうワシは小人の体を放しました。小人は初めの恐怖がなくなると、金切り声で「もっと気をつけてやれなかったのかい?わしの茶色の上着をひきずって、ずたずたで穴だらけじゃ。不器用な生き物め。」と叫びました。それから宝石でいっぱいの袋を持ち上げ、また岩の下の穴にするりと入りいなくなりました。娘たちは、これまでに小人の恩知らずに慣れていたので、道をすすんで町で用事を済ませました。
二人が帰り道にまた荒れ野を通ると、小人に出会い、小人はどきっとしました。宝石の袋をきれいな場所に空けていて、そんなにおそく誰かがやってくるとは思っていなかったのです。宝石があらゆる色でとてもきれいに光り輝いていたので、子供たちは立ち止まってじっとみました。「なんでそこで口を開けてたっとるんじゃ?」と小人は叫び、灰色の顔が怒りで赤銅色になりました。小人がまだ悪態をついていると、大きなうなり声が聞こえ、黒い熊が森から三人の方へ走ってきました。小人は驚いて跳び上がりましたが、ほら穴には入れませんでした。というのは熊はもう近くにいたのです。それで恐怖に駆られて、小人は、「熊さま、私はご勘弁を。宝をみんな差し上げます。ほら、そこに美しい宝石があります。命を助けてください。私のような細っこいのをどうしますか?食べたって歯ごたえを感じないでしょうよ。さあ、こちらの二人の意地悪な娘たちをどうぞ。これはやわらかくておいしいごちそうですよ。わかいウズラのように肥えていますからね。お願いだから二人を食べて。」と叫びました。熊は小人の言葉に何も注意を払わないで、この意地悪な生き物に手で一撃を加えました。それで小人は二度と動かなくなりました。
娘たちは逃げましたが、熊が二人に呼びかけました。「雪白、ばら紅、怖がらなくていいよ。待って、私も一緒に行くから。」それで二人は声でわかり、待ちました。熊が二人に近づいてきたとき、突然熊の皮が抜け落ち、そこにハンサムな男が、全身金の服を着て、立っていました。「私は王様の息子です。」とその人は言いました。「私は悪い小人に魔法にかけられていたのです。その小人は私の宝を盗んでいたのですよ。私は小人が死んで魔法がとけるまで、獰猛な熊になって森を走りまわらねばなりませんでした。今、小人は自分にふさわしい罰を受けたのです。」雪白はこの王子と結婚し、ばら紅はその弟と結婚しました。そして小人がほら穴に集めた大きな宝をみんなで分けました。年とった母親は何年も子供たちと一緒に平穏で幸せに暮らしました。母親は2本のばらの木を一緒に持って行き、自分の窓の下に植え、毎年白と赤の最も美しい花を咲かせました。