İki Gezgin


Le cornacchie


Dağ dağa kavuşmaz, ama insan insana kavuşur derler ya! Kötüyle iyi de aynen öyle! Nitekim bir kunduracıyla bir terzi karşılaştılar.
Terzi kısa boylu ve hoş bir adamdı, hep neşeliydi, iyilikseverdi. Karşıdan kunduracının gelmekte olduğunu gördü; çantasını görünce onun mesleğini anlayıverdi ve dalga geçercesine bir türkü tutturdu:
Bana bir dikiş atsana,
İyi iplik kullansana;
Bir sağ, bir sol, bir çapraz,
Göster numaranı biraz.
Ama kunduracı şaka kaldıran biri değildi. Sirke içmişçesine yüzünü buruşturdu ve terzinin yakasına yapışacakmış gibi oldu. Ufak adam gülmeye başladı, ona şişesini uzatarak: "Niyetim kötü değildi, iç şundan biraz da öfken yatışsın!" dedi.
Kunduracı hatırı sayılır bir yudum aldı ve suratı düzeliverdi. Şişeyi terziye geri vererek: "Bundan zarar gelmez; içmesine çok iç, yeter ki susuz kalma! Beraber dolaşalım mı?" diye sordu.
"Olur" dedi terzi. "İstersen büyük bir şehre gidelim, orada çok iş çıkar."
"Ben de zaten onu istiyordum" diye cevap verdi kunduracı. "Küçük yerlerde para kazanılmıyor, köylerde de millet yalınayak dolaşıyor."
Böylece birlikte yola çıktılar ve karda gezen gelincik gibi dikkatli yürüdüler. Yemek yemek ve dinlenmek için vakitleri vardı. Şehre vardıklarında oraya buraya gittiler, iş yerlerine uğradılar. Terzi çok dinç ve neşeli gözüktüğü ve de kıpkırmızı yanakları olduğu için herkes ona iş verdi; hatta talihi yaver gittiğinde ayrılmadan önce işverenin kızı tarafından öpüldüğü de oldu. Kunduracıyla buluştuğunda onun çıkınında hep daha fazla para bulunuyordu.
Asık suratlı kunduracı ağzını çarpıtarak, "Şans hep şakacıdan yanadır zaten" diyordu.
Ancak terzi buna gülüp geçti ve ne kazandıysa arkadaşıyla paylaştı. Cebinde birkaç kuruş tıngırdadı mı, onu sevinçle masaya atıyor ve içkileri hep o ısmarlıyordu. Onun felsefesi şuydu: "Haydan gelen huya gider!"
Bir süre böyle birlikte dolaştıktan sonra büyük bir ormana geldiler; bu ormandan geçen yol bir krallığa varıyordu. Ama oraya iki patikadan ulaşılıyordu. Bunlardan biri yedi gün, öbürü iki gün sürüyordu. Ancak hangi yolun daha kısa olduğunu ikisi de bilmiyordu.
İki gezgin bir ağacın altına oturarak bir daha nasıl görüşeceklerini ve yanlarına ne kadar ekmek alacaklarını kararlaştırdı.
Kunduracı, "Biraz ilerisini düşünmek gerek; ben yedi günlükten de fazla ekmek alacağım yanıma" dedi.
"Ne? Yedi günlük ekmeği katır gibi sırtımda mı taşıyayım yani! Hiçbir yere bakmadan mı yürüyeyim hep? Ben Tanrı'ya güvenirim, gerisi vız gelir. Cebimde para varsa bu, yaz için de geçerli, kış için de! Oysa ekmek zamanla kurur ve üstü küflenir. Zaten paltom ancak dizlerime kadar geliyor. Doğru yolu neden bulmayalım ki? İki günlük ekmek yeter bence."
Her biri kendine göre ekmek satın aldıktan sonra işi şansa bırakarak birlikte ormana gittiler.
Orman tıpkı bir kilise gibi sessizdi, rüzgâr yoktu, dere akmıyordu, kuş ötmüyordu ve sık ağaç dalları arasından güneş ışığı bile sızmıyordu.
Kunduracı hiç konuşmadı, sırtındaki ağır yük onu rahatsız etmekteydi, kan ter içinde kalmıştı.
Terziyse çok neşeliydi, oradan oraya sıçrıyor, ıslık çalıyor, şarkılar söylüyor ve "Bu kadar neşeli oluşum Tanrı'yı da sevindirir" diye aklından geçiriyordu.
İki gün böyle geçti, üçüncü gün yol bitmek bilmedi. Terzi ekmeğini bitirdi, sonra da içine bir korku düştü; yine de cesaretini kırmadı ve işi şansa ve Tanrı'ya bıraktı.
Üçüncü gün aç aç bir ağacın altına çöktü, ertesi gün de aç kalktı.
Dördüncü gün de böyle geçti. Kunduracı devrik bir ağaca oturmuş ekmeğini yerken terzi ona bakmaktan başka bir şey yapamadı. Bir parça ekmek istediğinde kunduracı alay etti: "Sen hep neşeliydin, şimdi neşesiz olmayı da öğren bakalım!" dedi. "Sabah çok erken öten kuşların hakkından akşamları atmaca gelir." Kısacası adam acımasızdı.
Beşinci gün zavallı terzi ayağa kalkamadı. Öyle yorgundu ki, ağzından tek kelime çıkmadı. Yanakları soldu, gözleri kan çanağına döndü.
Bunun üzerine kunduracı, "Sana bugün bir parça ekmek veririm, ama karşılığında sağ gözünü oyarım!" dedi.
Yaşamayı seven talihsiz terzi ne yapacağını bilemedi. Yine iki gözü iki çeşme ağladı, sonra bu işe razı oldu. T aş yürekli kunduracı keskin bir bıçakla onun sağ gözünü oyup çıkardı. Terzi evde mutfaktan yemek araklarken annesinin söylediği bir sözü anımsadı: "İstediğin kadar yemek ye, ama acıya da katlanmasını bil!"
Kendisine pahalıya mal olan ekmeği yiyip bitirince ayağa kalktı, uğradığı şanssızlığı unutarak tek gözle de yeterince görebileceğini mırıldanarak kendi kendini teselli etti.
Ama altıncı günü yine açlık bastırdı, yüreği paralanır gibi oldu. Akşam olunca bir ağacın dibine çöktü.
Yedinci gün yorgunluktan kalkamadı; ölüm ensesindeydi sanki!
Kunduracı, "Hadi yine acıdım sana, biraz daha ekmek vereyim. Ama bunu bedava almayacaksın; karşılığında öbür gözünü de oyacağım" dedi.
İşte o zaman terzi şimdiye kadar hayatı nasıl hafife almış olduğunu anlayarak Tanrı'dan af diledi ve sonra kunduracıya:
"Ne yapacaksan yap sen; acı çekeceksem çekeyim; Tanrı herkesi hemen cezalandırmaz; yapılan kötülüklerin acısı bir gün çıkar nasılsa! İyi günlerimizde ben her şeyimi seninle paylaştım. Benim işim dikiş dikmek. Gözlerim yoksa artık dikiş dikemem, ister istemez dilenciliğe başlayacağım yani. Kör kaldıktan sonra beni burada tek başıma bırakma, yoksa susuzluktan ölürüm" dedi.
Tanrı tanımaz kunduracı eline aldığı bıçağı terzinin sol gözüne sapladı. Sonra ona bir ekmek verdi, bir de baston; ama peşinden gelmesine razı oldu.
Güneş batarken bir ormana geldiler; orman girişindeki tarlaya bir darağacı konulmuştu. Kunduracı kör terziyi orada bırakarak yoluna devam etti.
Yorgunluktan, acıdan ve açlıktan kıvranan talihsiz terzi orada bütün gece uyudu. Gün ağardığında uyandı, ama nerede olduğunu bilemedi.
Darağacında iki zavallı günahkâr asılıydı; birinin başına bir karga konmuştu.
Adamlardan biri, "Uyandın mı, kardeş?" diye sordu.
Öbürü, "Evet, uyanığım" diye cevap verdi.
"O zaman sana bir şey söyleyeceğim" dedi asılı adam. "Bu gece darağacından üzerimize düşen kırağıyla yüzünü yıkayan kimsenin eğer körse gözleri açılır. Körler bunu bir bilse, dünyaya yeniden gelmiş gibi olurlar; çünkü böyle bir şey olacağı akıllarına bile gelmez."
Bunu duyan terzi mendilini çıkararak çimenlere bastırdı, kırağı eridi; ıslak mendiliyle göz çukurlarını siler silmez, darağacmdaki adamın dediği gibi, göz çukurlarına bir çift taptaze göz yerleşiverdi.
Ve az sonra terzi dağların ardında batmakta olan güneşi gördü; şimdi önündeki düzlükte görkemli kapıları ve yüzlerce kulesiyle koskoca bir saray vardı; altın kubbelerinin tepesindeki haçlar parlamaya başladı.
Terzi artık her ağaçtaki yaprakları tek tek seçebiliyor, başının üzerinden uçan kuşlarla havada oynayıp duran sivrisinekleri görebiliyordu. Cebinden bir iplik çıkararak iğneden geçirince yüreği sevinçle çarptı. Yere diz çöktü ve kendisini bağışlayan Tanrı'ya şükrederek sabah duasını yaptı. Çan tokmağı gibi asılı ve rüzgârın etkisinde sallanarak birbirine çarpan günahkârları da unutmadı.
Sonra çıkınını sırtladı, çektiği çileleri unutarak şarkı söyleye söyleye ve de piposunu tüttüre tüttüre yola koyuldu.
Karşısına ilk çıkan şey tarlalar arasından dört nala gelen kahverengi bir tay oldu. Hemen onun yelesine yapışarak üzerine binip şehre gitmek istedi. Ama hayvan özgürlüğünü rica etti:
"Henüz çok gencim ben; senin gibi zayıf bir terzi bile belimi çökertir. Büyüyünceye kadar bırak beni gideyim. Bir zaman gelir, bunun karşılığını görürsün belki" dedi.
"Hadi git" dedi terzi. "Bakıyorum sen de haşarı bir taysın!" Ve bir ağaç dalıyla sırtına vurunca hayvan sevinçle arka bacaklarıyla havayı tekmeledi ve tarlaya daldı.
Ancak terzi dünden beri yemek yememişti. "Güneş gözlerimi doyurdu, ama midemi doyuracak ekmek nerde! Karşıma ilk çıkacak şey yenebilecek cinstense beri gelsin!" diye söylendi.
Tam o sırada bir leylek ciddi ciddi tarlada ilerlemekteydi.
"Dur, dur" diye bağırdı terzi ve hayvanı bacağından yakaladı. Etin lezzetli mi bilmem, ama başka çarem yok; karnım öyle aç ki, kafanı kopardıktan sonra seni kızartıp yiyeceğim."
"Bunu yapma!" dedi leylek. "Ben kutsal bir kuşum, kimseye zararım olmaz, insanlara çok yardım ederim. Hayatımı bağışlarsan günün birinde karşılığını görürsün."
"Al başını git o zaman, uzun bacak!" dedi terzi.
Leylek ayağa kalktı, uzun bacaklarını kısarken geniş kanatlarıyla yavaşça havalandı.
"Ne olacak benim halim?" diye kendi kendine söylendi terzi. "Bir taraftan durmadan acıkıyorum, öte yandan midem bomboş. Artık karşıma ne çıkarsa hapı yuttu demektir!"
Derken gölde yüzen yavru ördek sürüsüyle karşılaştı. "Sanki çağrılmış gibi geldiniz!" diyerek birkaç tanesini yakaladığı gibi boyunlarını koparmaya çalıştı. Ama sazların arasından çıkan yaşlı ördek, yani yavruların anası, bağıra çağıra, kanat çırpa çırpa terzinin yanma vararak yalvara yakara ondan yavrularına acımasını rica etti.
"Düşünsene, biri seni kaçırıp da öldürmeye kalksa, annen ne yapardı?"
"Tamam, tamam, kes sesini" dedi iyi kalpli terzi. "Al yavrularını" diyerek ördekleri yine suya bıraktı.
Sonra geri döndü ve yaşlı bir ağacın dibinde durdu; ağacın gövdesi yarı yarıya oyuktu; oraya hep yabanarıları girip çıkıyordu.
"iyiliğimin karşılığını görüyorum galiba" dedi terzi. "Bal beni canlandıracak."
Ama arı kraliçe dışarı çıkarak, "Halkıma sataşır da yuvamı yıkarsan cildine on bin iğne saplanır, ona göre!" diyerek onu tehdit etti. "Ama bizi rahat bırakıp da yoluna devam edersen bir gün bizler de sana yardım ederiz."
Terzi burada da bir şey yapamayacağını anladı.
"Uç tabak boştu, dördüncüsü de işe yaramadı" diye mırıldandı.
Ve boş mideyle şehre yollandı; öğlen olunca bir lokantaya girdi, bir masanın başına çöktükten sonra karnı doyuncaya kadar yemek yedi. Sonra, "Şimdi canım çalışmak istiyor" dedi.
Şehrin merkezine indi, bir usta aradı; kendine yatacak yer de buldu.
Mesleğine çocukluğunda başladığı için çok geçmeden ünlü oluverdi; herkes ceketini küçük terziye yaptırmış olmakla övünüyordu. Her geçen gün adı daha da fazla duyuldu.
"Mesleğimde daha fazla ilerleyemem artık" dedi. "Yine de her gün daha iyi iş çıkarıyorum."
Ve sonunda kral onu saray terzisi yaptı.
Ama işte, dünyada neler olmuyor ki! Aynı gün arkadaşı, yani kunduracı da saray kunduracısı olmuştu.
Kunduracı arkadaşını görünce ve hele onun iki gözünün de yerinde olduğunu fark edince vicdanı sızladı. Kendi kendine, o benden intikam almadan ben onun mezarını kazayım, daha iyi diye söylendi. Ama başkasının mezarını kazan o mezara kendi düşer derler ya!
O akşam iş bittikten sonra, hava kararırken gizlice kralın yanma vardı:
"Kral hazretleri, şu terzi çok cesur bir adam, ama bu kez zırvalıyor. Eskiden kaybolan altın tacı yine bulabileceğini söyleyip duruyor" dedi.
Öyle olsun bakalım diyen kral ertesi gün terziyi çağırtarak altın tacı bulmasını, şayet bulamazsa şehri sonsuza dek terk etmesini emretti.
"Şu işe bak! Benden olmayacak şey istiyor. Yani şu aksi kral benden hiç kimsenin başaramadığı bir şeyi istediğine göre yarına kadar ne bekleyeyim ki! Hemen yola çıksam daha iyi" diye düşündü terzi.
Çıkınını bağladı; surların kapısından dışarı çıkar çıkmaz şansını zorladığı ve o kadar rahat ettiği bir şehre artık dışardan bakmak zorunda kalacağı için çok üzüldü.
Derken, ördeklerle karşılaştığı havuza geldi. Yavrularını suya salan yaşlı ördek ana sahilde oturmuş gagasıyla vücudunu temizliyordu. Terziyi hemen tanıdı ve neden başını eğik tuttuğunu sordu.
"Başıma gelenleri bir bilsen, şaşarsın!" diye cevap veren terzi kaderini anlattı.
"Hepsi buysa, mesele yok" dedi ördek. "Vaktiyle o taç buradaki suya düştü. Dipte yatıyor. Biz hemen dalıp onu çıkaralım. Sen su başında mendilini yere aç."
Ve on iki yavrusuyla birlikte havuza daldı; beş dakika sonra yine suyun yüzüne çıktı. Tacın üstüne oturmuştu; kanatlarını dinlendirdi. On iki yavrusu da onun etrafında dönerken tacın taşınmasına gagalarıyla yardım ettiler. Sonra hep birlikte karaya çıkarak tacı mendilin üstüne koydular. Öyle görkemli bir taçtı ki bu, aklın almaz! Güneş ışıkları üzerine vurduğunda yüz bin kızıl yakutun saçtığı ışığı saçıyordu.
Terzi mendilinin dört köşesini bir araya getirerek bağladıktan sonra onu krala götürdü. Kral o kadar sevindi ki, terzinin boynuna altın bir zincir astı. Kunduracı planının boşa çıktığını görünce başka bir şey düşünerek kralın yanına vardı. "Kral hazretleri, bizim terzi ipin ucunu kaçırdı galiba. Şimdi de tutmuş tüm sarayı, içini dışını, tüm eşyalarıyla bal- mumundan yapabileceğini iddia ediyor" dedi.
Kral terziyi çağırttı ve ona tüm krallık sarayını eşyasıyla birlikte balmumundan yapmasını emretti; bunu yerine getirmediği takdirde -yani duvarda tek bir çivi eksik kalmayacak ve de çatısında tek bir kiremit eksik olmayacak şekilde- yapamadığı takdirde kendisine ömür boyu zindan cezası vereceğini söyledi.
"Yine başım belada; buna can mı dayanır" diye kendi kendine söylenen terzi çıkınını sırtına yüklediği gibi yola çıktı.
İçi oyuk ağaca gelince, dibine çöktü ve başını öne düşürdü. Arılar hemen onun etrafına üşüştü. Arı kraliçe ona boynunu niye uzattığını ve niye başını öne düşürdüğünü sordu.
Terzi, "Benim derdim başka" diyerek kralın kendisinden istediklerini anlattı.
Arılar vızıldaşmaya başladılar, sonunda kraliçe arı, "Sen şimdi eve git, ama yarın bu saatte yine burada ol; gelirken de büyük bir bez getir. Her şey yoluna girecek, merak etme!" dedi.
Terzi yine eve döndü. Ama arılar hep birlikte uçuşarak sarayın pencerelerinden girdiler ve her köşeye yuvalanıp göz açıp kapayıncaya kadar tüm sarayı balmumuyla kapladılar. Akşam olduğunda her şey bitmişti. Ertesi sabah terzi karşısında balmumuyla yapılmış bir saray buldu. Duvarlarında tek bir çivisi ve çatısında tek bir kiremiti eksik değildi; yumuşak ve beyazdı, mis gibi bal kokuyordu. Terzi onu dikkatlice mendiline koyarak krala götürdü.
Kral buna hayran kaldı; o kadar ki, büyük salonun bir köşesine yerleştirdi. Karşılığında da terziye taştan yapılma koskoca güzel bir ev hediye etti.
Ama kunduracı yılmadı, üçüncü kez krala giderek ona şöyle dedi:
"Terzi sarayın avlusundaki havuzdan hiç su fışkırmadığını duymuş. Kendisi şimdi orada bir insan boyunda, billur gibi bir su fışkırtacağını savunuyor."
Kral terziyi çağırttı ve "Yarın sabah avlumda insan boyunda su fışkırdığını görmezsem aynı yerde cellat bir kelle eksiltecek!" dedi.
Zavallı terzi uzun boylu düşünmedi, kendisini kapı dışına attı; çünkü bu bir ölüm kalım meselesiydi. Gözyaşları iki sıra halinde yanaklarından aktı.
Böyle üzgün üzgün yürürken, özgürlük bağışladığı tay karşısına çıkıverdi. Artık taylıktan çıkmış, yağız bir at olmuştu.
"Bana yaptığın iyiliğin karşılığını verme saati geldi şimdi. Neye ihtiyacın olduğunu biliyorum ben, onu yerine getireceğim. Bin bakalım sırtıma, iki kişiyi rahat taşırım ben" dedi.
Terzi rahatladı, hemen atın sırtına atladı ve at dörtnala şehre koştu ve dosdoğru sarayın avlusuna girdi. Uç kez şimşek gibi etrafında dolaştı ve üçüncüsünde yere çakıldı. Aynı anda müthiş bir gürültü duyuldu: toprağın içinden adam boyunda bir su fışkırdı ve bu su billur gibiydi! Güneş ışınları hemen üzerinde oynaşıp yansımaya başladı.
Kral bunu görünce hayran kaldı ve herkesin önünde terziyi kucakladı.
Ama bu şans uzun sürmedi. Kralın yeterince kızı vardı, hepsi birbirinden güzeldi, ama oğlu yoktu.
Kötü niyetli kunduracı dördüncü kez kralın huzuruna çıkarak:
"Kral hazretleri, şu terzi çok büyük laf ediyor. Şimdi söylediğine bakılırsa krala havadan bir oğlan çocuk getirecekmiş!"
Kral terziyi çağırtarak şöyle dedi: "Dokuz gün içinde bana bir oğlan çocuğu getirirsen en büyük kızımla evlenebilirsin."
"Bu, gerçekten büyük bir ödül" diye düşündü terzi. "Hani elimden bazı şeyler gelmiyor değil, ama bu kez koparacağım kiraz ta ağacın tepesinde. Oraya çıkarsam dallar kırılır, aşağı düşerim."
Eve döndü, bacaklarını çaprazlayarak tezgâhının başına geçti ve ne yapsam diye düşündü. Sonunda, "Olmuyor" dedi. "Buradan çekip gitsem iyi olacak, çünkü rahatça yaşayamıyorum."
Çıkınını bağladıktan sonra şehir dışına çıktı.
Meraya vardığında, eski dostu leyleği gördü. Bilge kişiler gibi bir aşağı bir yukarı dolaşıyor, arada bir duruyor, gagasına aldığı bir kurbağayı inceledikten sonra yutuveriyordu.
Leylek yanma yaklaşarak, "Bakıyorum, çıkınını sırtlamışsın; şehri niye terk etmek istiyorsun?"
Terzi ona kralın ne istediğini, kendisinin bunu yerine getiremeyeceğini anlattı; yani talihine küsmüştü!
"Bunu kendine dert etme! Sana yardım edeceğim!" dedi leylek. "Uzun süredir şehre hep kundaklı çocuklar getiriyorum ben. Bu seferde kuyudan küçük bir prens çıkarıp getireyim sana. Hadi şimdi evine dön ve sakin ol. Dokuz gününü sarayda geçir, ben tam zamanında gelirim."
Terzi eve gitti ve kararlaştırılan zamanda saraya geldi. Çok geçmeden leylek de uçarak geldi ve pencereyi tıkırdattı. Terzi açtı ve uzun bacaklı leylek yavaşça içeri girdi, vakur adımlarla mermer zeminde yürüdü. Gagasında kollarını kraliçeye uzatan melek kadar güzel bir çocuk vardı. Leylek çocuğu kadının kucağına koydu.
Kraliçe çok duygulandı, sevincine diyecek yoktu; çocuğu öptü.
Leylek uçup gitmeden önce omzundaki seyahat çantasını kraliçeye verdi, içinde kâğıda sarılmış renk renk şekerler vardı; onları küçük prenseslere paylaştırdılar. En büyüğü bir şey almadı, onun yerine kendisine eş olarak terziyi verdiler. Annem hep haklıymış meğer; çünkü "Tanrıya inananın şansı yaver gider" derdi hep.
Kunduracıya damadın düğünde giyip dans edeceği bir çift ayakkabı yaptırttılar, sonra da sürgüne gönderdiler. Ormana giden yolu darağacının önünden geçiyordu. Öfkeden kudurmak üzereydi; derken başına güneş vurdu, uyumak istedi. Ama o iki karga bağıra bağıra ona saldırdı ve gagalarıyla her iki gözünü oydu. Terzi deliler gibi ormana daldı. Ölmüş olmalıydı, çünkü o günden sonra kendisini ne gören oldu ne de duyan.
Un onesto soldato aveva guadagnato del denaro e lo aveva messo da parte, perché‚ era scrupoloso e non lo scialava, come gli altri, all'osteria. Due suoi camerati avevano il cuore cattivo e volevano portargli via il suo denaro; in apparenza, tuttavia, si comportavano molto amichevolmente. Un giorno gli dissero: -Ascolta, che cosa stiamo a fare qui in città, chiusi come se fossimo prigionieri? E per giunta uno come te, che a casa potrebbe guadagnare a dovere e vivere contento-. Insistettero così a lungo con questi discorsi, finché‚ egli acconsentì e scappò con loro. Ma gli altri due non avevano altro intento che di rubargli il denaro fuori città. Quand'ebbero percorso un tratto di strada, i due camerati dissero: -Dobbiamo prendere la strada verso destra se vogliamo arrivare al confine-. -Ma neanche per idea!- rispose l'altro -di qui si torna dritti in città: dobbiamo proseguire a sinistra.- -Che cosa? Vuoi forse fare il prepotente?- gridarono gli altri due, gli si scagliarono addosso, lo picchiarono finché‚ egli cadde a terra e gli presero i soldi di tasca. Ma non era ancora abbastanza: gli cavarono gli occhi, lo trascinarono alla forca e ve lo legarono stretto. Lo abbandonarono là e se ne tornarono in città con il denaro rubato. Il povero cieco non sapeva in quale luogo triste si trovasse; tastò attorno a s‚ e capì di essere seduto sotto una trave di legno. Allora pensò che si trattasse di una croce e disse: -E' stato bello da parte vostra avermi almeno legato sotto una croce: Dio è con me- e incominciò a pregare. Quando stava per imbrunire, udì un frullar d'ali: erano tre cornacchie che si posarono sulla forca. Ne udì una che diceva: -Sorelle, che novità ci portate? Ah, se la gente sapesse quello che sappiamo noi! La principessa è malata, e il vecchio re l'ha promessa in isposa a colui che la guarisce. Ma questo non lo può nessuno poiché‚ la principessa ridiventerà sana solo se il rospo che si trova nello stagno verrà ridotto in cenere ed ella la berrà-. La seconda cornacchia disse: -Ah, se la gente sapesse quello che sappiamo noi! Questa notte verrà dal cielo una rugiada salutare e portentosa, e chi è cieco e si strofina gli occhi con essa, riacquista la vista-. La terza disse: -Ah, se la gente sapesse quello che sappiamo noi! Il rospo può essere di aiuto a una sola persona e anche la rugiada è rimedio per pochi, ma in città c'è grande pericolo: tutti i pozzi sono prosciugati e nessuno sa che se si toglie la grossa pietra quadrata che si trova sulla piazza del mercato, e vi si scava sotto, ne sgorgherà dell'ottima acqua-. Quando le cornacchie ebbero pronunciato queste parole, egli le udì volar via con un frullar d'ali. Piano piano si liberò dalle corde, poi si chinò, raccolse qualche erbetta e si strofinò gli occhi con la rugiada che vi era caduta sopra. Subito tornò a vederci, e siccome in cielo c'erano la luna e le stelle, vide che si trovava presso la forca. Cercò allora un vaso di terracotta e raccolse quanto più pot‚ della preziosa rugiada; poi andò allo stagno, rimosse un po' l'acqua, tirò fuori il rospo e, dopo averlo ridotto in cenere, si recò alla corte del re. Là fece bere la cenere alla principessa, e quand'ella guarì la domandò in moglie, come era stato promesso. Ma siccome era vestito miseramente, egli non piacque al re, sicché‚ questi fece sapere che colui che volesse avere sua figlia in isposa doveva prima procurare acqua alla città; così credeva di essersi liberato di lui. Ma egli andò alla piazza del mercato e disse alla gente di sollevare la pietra quadrata e di cercare l'acqua scavandovi sotto. Così fecero e presto trovarono una bella sorgente che dava acqua in abbondanza. Il re non pot‚ più rifiutargli la figlia, ed essi si sposarono e vissero insieme felici. Un giorno, mentre se ne andava a passeggio per i campi, incontrò i due camerati di un tempo che erano stati tanto sleali con lui. Essi non lo riconobbero, mentre egli li identificò subito, andò da loro e disse: -Vedete, sono il vostro camerata di un tempo, al quale avete cavato gli occhi in modo così infame; ma il buon Dio, per fortuna, me li ha fatti ricrescere-. Allora essi si prostrarono ai suoi piedi e chiesero grazia; e siccome egli era di buon cuore, ne ebbe pietà, li prese con s‚ e diede loro vestiti e nutrimento. Indi raccontò come gli erano andate le cose e come fosse arrivato a tanta fortuna. Appresa ogni cosa, gli altri due non si davano pace e vollero anch'essi trascorrere una notte sotto la forca per vedere se sentivano qualcosa di interessante. Quando si trovarono sotto al patibolo, udirono un frullar d'ali sopra le loro teste: erano le tre cornacchie. La prima disse alle altre: -Ascoltate, sorelle, deve averci ascoltate qualcuno, poiché‚ la principessa è guarita, il rospo è sparito dallo stagno, un cieco è tornato a vederci e in città hanno scavato di fresco un pozzo; venite e cerchiamo, forse troveremo colui che ci ha ascoltate!-. Le tre cornacchie scesero a volo e trovarono i due soldati; prima che questi potessero difendersi, si posarono sulle loro teste e cavarono loro gli occhi a forza di beccate, poi continuarono a beccarli finché‚ li uccisero. Così i due rimasero distesi sotto la forca. Non vedendoli tornare da due giorni, il loro vecchio camerata si chiese dove fossero andati a finire e si mise a cercarli. Ma non trovò altro che le loro ossa, le portò via dalla forca e le mise in una fossa.