Mavi Işık


Het blauwe licht


Bir zamanlar uzun yıllar kralın hizmetinde bulunmuş bir asker vardı. Ancak savaş sona erdiğinde aldığı yaralar yüzünden görev yapamaz oldu. Kral da ona, "Evine dön, sana ihtiyacım yok artık. Para falan da bekleme. Parayı ancak bana hizmet eden alır!" dedi. Asker nasıl geçineceğini bilemiyordu. Böyle üzüntü içinde bütün gün dolaşıp dururken akşama doğru bir ormana daldı. Gece olunca bir ışık gördü; ona doğru yaklaşınca karşısına bir ev çıktı. Bu evde büyücü bir kadın oturmaktaydı. Asker ona, "Bana yatacak bir yer göster; yiyip içecek bir şeyler ver. Yoksa susuzluktan öleceğim" dedi. "Ohoo! Yolunu şaşıran askere kim ne verir ki! Ama istediğimi yaparsan ben de merhametli davranırım" dedi kadın. Asker "Ne istiyorsun?" diye sordu. "Yarın bahçemi kazmanı!" Asker razı geldi ve ertesi gün tüm gücüyle çalıştı, ancak akşama kadar işini bitiremedi. Büyücü kadın, "Bugün daha fazla çalışamayacağın anlaşıldı. Burada bir gece daha kalabilirsin, ama karşılığında yarın bir araba odun kesip onları kıyacaksın!" dedi. Asker bu iş için de bütün gün çalıştı.
Akşam olunca kadın bir gece daha kalmasını önerdi ve "Yarın daha az iş göreceksin! Evin arka tarafında kör bir kuyu var, benim büyülü ışığım onun içine düştü. Hep mavi yanan, hiç sönmeyen bir ışıktır. Benim için çıkart onu" dedi. Ertesi sabah büyücü kadın askeri kuyuya götürdü ve bir sepetle aşağı sarkıttı. Asker mavi ışığı buldu ve kendisini yukarı çekmesi için kadına işaret verdi. Kadın onu yukarı çekti, ama tam kuyunun ağzına gelmişken elini uzatarak mavi ışığı almak istedi. Onun kötü niyetini tahmin eden asker, "Olmaz! İki ayağım toprağa basmadan sana bu büyülü ışığı vermem!" dedi. Büyücü kadın fena halde kızarak onu birden kuyunun dibine sarkıtıp oradan uzaklaştı.
Zavallı asker yara almaksızın kuyunun ıslak zeminine düştü. Mavi ışık hâlâ yanıyordu. Ama bunun ona ne yararı olacaktı ki? Ölümden kurtulamayacağını anladı. Bir süre üzgün üzgün düşündü. Sonra elini cebine attı, piposunu buldu; yarısına kadar tütün doluydu. "Bu son keyfim olsun!" diyerek onu mavi ışıkla yaktı ve bir nefes çekip içmeye başladı. Dumanı kuyuya yayılırken birden karşısına simsiyah bir cüce çıktı ve "Ne emredersiniz efendim?" diye sordu. "Ne emredeyim ki?" diye karşılık verdi asker. "Siz ne emrederseniz onu yaparım!" dedi cüce. "Peki, önce beni kuyudan çıkar o zaman!" dedi asker. Cüce onu elinden tuttu ve gizli bir tünelden yürüttü. Mavi ışığı yanma almayı da unutmadı. Bu ışık ona büyücü kadının sakladığı hâzinenin yerini gösterdi. Asker taşıyabildiği kadar çok altın aldı yanına. Yukarıya vardığında cüceye, "Şimdi git, büyücünün ellerini bağla ve onu mahkemeye çıkart" dedi.
Büyücü kadın müthiş bir çığlık atarak, bir yabankedisine binmiş olarak rüzgâr gibi önlerinden geçti. Sonra cüce çıkageldi ve "Hepsi oldu. Büyücü darağacını boyladı! Başka bir emriniz var mı efendim?" diye sordu. "Şu anda yok. Gidebilirsin, ama şimdilik! Yani fazla uzaklaşma!" diye cevap verdi asker. "Önemli değil, piponu mavi ışıkla yaktığın anda senin yanındayım!" diyen cüce gözden kayboldu. Asker geldiği şehre geri döndü. En iyi hanlara gitti; en güzel giysileri ısmarladı. Hancıya görkemli bir oda hazırlamasını emretti. Giyinip odasına çıkınca cüceyi çağırdı. "Ben krala bunca yıl sadakatle hizmet ettim, ama o beni kovup aç bıraktı. Bu yüzden öç almak istiyorum" dedi. "Ne yapayım peki?" diye sordu cüce. "Bu gece kralın kızı uyuyunca onu uyandırmadan bana getir. Bundan böyle bana hizmetçilik yapsın!" - "Bu benim için kolay bir iş, ama senin için tehlikeli; duyulacak olursa başın belaya girer" dedi cüce. Saat on ikiyi vurduğunda kapı açıldı ve cüce kucağında kralın kızıyla içeri girdi. "Geldin demek?" diye seslendi asker ve sonra kıza dönerek, "Hadi hemen çalış! Al eline süpürgeyi ve odayı temizle" dedi. Kız işini bitirince asker onu yanma çağırdı. Ayaklarını uzatarak "Çizmelerimi çıkart!" dedi. Ve onları kızın suratına fırlattı; o da onları boyayıp parlattı. Yani adam ne emrettiyse kız hiç sesini çıkarmadan, gözleri yarı kapalı yaptı.
Sabah karanlığında ilk horoz sesi duyulurken cüce kızı yine saraya taşıdı. Kralın kızı ertesi sabah kalktığında babasının yanına giderek acayip bir rüya gördüğünü anlattı. "Beni sokaklar arasında çarçabuk taşıdılar ve bir askerin odasına getirdiler. Ona hizmetçilik yaparak en ağır işleri yaptım; odasını temizledim, çizmelerini çıkarıp cilaladım. Bu bir rüyaydı, ama sanki bunları gerçekten yapmış gibi çok yorgunum" dedi. Kral şöyle karşılık verdi: "Bu bir rüya değil gerçek olabilir. Sana bir öneride bulunmak istiyorum: nohut dolduracağın cebine ufak bir delik aç. Seni tekrar alıp taşırlarsa, onları birer birer yere düşürürsün. Böylece sokakta izin kalmış olur." Ama kral bunları söylerken görünmez şekilde odada bulunan cüce her şeyi duydu. O gece taşırlarken uyuyan kızın cebinden birkaç nohut düştü, ama kurnaz cüce daha önceden tüm sokaklara nohut serpmişti.
Böylece kralın kızı sabaha kadar hizmetçilik yapmak zorunda kaldı. Kral ertesi gün iz aratmak üzere adamlarını gönderdi, ama bunun bir yararı olmadı. Çünkü fakir çocuklar tüm sokaklarda nohut toplamaktaydı. "Bu gece gökten nohut yağdı!" diyorlardı. Kral "Başka bir şey düşünmeliyiz" dedi ve ekledi: "Yatağa yattığın zaman pabuçlarını ayağından çıkarma; kaçırıldığın yerden geri dönerken bir tekini odada bir yere sakla, ben onu bulurum." Cüce bunu duydu. O akşam asker ondan kızı getirmesini isteyince karşı çıktı, çünkü bu kurnazlığa karşı yapacağı bir şey yoktu. Ve de pabucu buldukları takdirde efendisinin başı belaya girebilirdi. Ama asker ona, "Sen dediğimi yap!" dedi. Sonuçta kız üçüncü gece de hizmetçi gibi çalıştı, ama geri götürülmeden önce pabucu yatağın altına sakladı.
Ertesi sabah kral tüm şehirde kızının pabucunu arattı ve pabuç askerin evinde bulundu. Asker kralın adamları tarafından tutuklanarak hapse atıldı. Bu arada iki kıymetli şeyini unutmuştu: mavi ışık ve altın paralarını. Cebinde sadece bir düka kalmıştı. Hapishanenin penceresine zincirlenmişken arkadaşlarından birinin hapishanenin önünden geçtiğini gördü. Pencereye vurdu. Adam yaklaşınca, "Ne olur, hana git de orada unuttuğum çıkını getir bana! Karşılığında sana bir düka veririm" dedi. Arkadaşı hemen hana koşarak istenileni alıp getirdi. Asker yalnız kalır kalmaz piposunu yakarak cüceyi çağırdı. Cüce ona, "Korkma sakın. Seni götürecekleri yere git! Bırak ne yaparlarsa yapsınlar. Sadece mavi ışığı yanma al!" dedi. Ertesi gün asker mahkemeye çıkarıldı ve kötü bir şey yapmadığı halde ölüme mahkûm edildi. Darağacına götürülürken son bir isteği olduğunu söyledi krala. "Neymiş o?" diye sordu kral. "Darağacına giderken bir pipo içsem!" - "İstersen üç tane iç!" dedi kral. "Ama hayatını bağışlayacağımı sanma sakın!" O zaman asker cebinden piposunu çıkararak mavi ışıkla yaktı; halkalar şeklindeki dumanını havaya birkaç kez üfleyince cüce çıkageldi. Elinde bir sopa vardı. "Efendim ne emrediyor?" diye sordu. "Şu sahte yargıçla mübaşirlerini döverek cezalandır, kralı da unutma! Çünkü bana kötü davrandı" dedi asker. Cüce şimşek gibi bir oraya bir buraya sıçrayarak mübaşirlere öyle bir sopa çekti ki, kime dokunduysa yere düştü ve bir daha kıpırdamadı. Kral korktu, hayatta kalabilmek için yalvardı. Hayatı karşılığında askere tüm krallığını verdi ve kızıyla evlenmesine razı oldu.
Er was eens een soldaat, die de koning jaren lang trouw gediend had, maar toen de oorlog afgelopen was en de soldaat om zijn vele wonden die hij opgelopen had, niet verder kon dienen, zei de koning tot hem: "Je kunt naar huis gaan, ik heb je niet meer nodig; je krijgt verder geen betaling meer, want ik betaal alleen iemand die in mijn dienst is." Toen wist de soldaat niet hoe hij zijn leven verder moest doorbrengen; hij ging bezorgd weg en zwierf de hele dag rond, tot hij 's avonds in een bos aankwam. Toen de duisternis viel, zag hij een lichtje, daarop ging hij af en kwam bij een huis waar een heks woonde. "Geef me toch onderdak voor de nacht en een beetje eten en drinken," zei hij tot haar, "anders ga ik dood." - "Wat?" zei ze, "wie geeft er nu iets aan een afgedankte soldaat? Nu, ik zal medelijden met je hebben en je in huis nemen als je doet wat ik van je verlang." - "Wat wil je dan?" vroeg de soldaat. "Dat je. morgen mijn tuin omspit." De soldaat stemde toe en werkte de volgende dag met mannekracht, maar hij kon niet eerder klaar komen dan 's avonds. "Ik zie al," zei de heks, "dat je vanavond niet weg kunt: ik zal je nog één nacht houden, en daarvoor moet je me morgen een karrevracht hout kloven en klein hakken." De soldaat had daar de hele dag voor nodig, en 's avonds stelde de heks hem voor, nog een nacht te blijven. "Je hoeft morgen maar een kleinigheid voor me te doen. Achter mijn huis is een oude, verdroogde bron, daar heb ik mijn licht in laten vallen; het heeft een blauwe vlam en gaat niet uit, en dat moet je voor me opvissen." De volgende dag bracht het oude mens hem naar de put, en liet hem in een mand naar beneden. Hij vond het blauwe licht en gaf een teken, dat zij hem weer op kon halen. Zij trok hem ook op, en toen hij dicht bij de rand was, stak ze haar hand omlaag en wilde het blauwe licht uit zijn hand nemen. "Nee, zo niet," zei hij, want hij merkte haar lelijke gedachte; "dat licht geef ik niet af voor ik met mijn beide voeten op de grond sta." Toen werd de heks woedend, liet hem weer zakken en ging weg.
De arme soldaat was, zonder verwondingen, op de vochtige bodem gevallen en het blauwe licht brandde door; maar wat hielp hem dat? Hij zag wel, dat dit zijn dood moest zijn. Hij ging een poos zitten, en was treurig. Toevallig greep hij in zijn zak en vond zijn pijp, die nog half gestopt was. "Dat zal het laatste genoegen zijn," dacht hij, haalde hem uit zijn zak, maakte vuur aan het blauwe licht en begon te roken. Toen de rook rondtrok in het hol, stond er opeens een klein zwart mannetje voor hem en zei: "Heer, wat is er van uw dienst?" - "Wat heb ik voor dienst te vragen?" antwoordde de soldaat verwonderd. "Ik moet alles doen," zei het mannetje, "wat u verlangt." - "Best," zei de soldaat, "help me dan eerst uit deze put." Het mannetje nam hem bij de hand en bracht hem door een onderaardse gang, maar hij vergat het licht niet. Het liet hem onder 't lopen de schatten zien die de heks bijeen had gebracht en daar verstopt had, en de soldaat nam zoveel goud mee als hij dragen kon. Toen ze boven waren, zei hij tegen het mannetje: "Ga nu de oude heks vastbinden en breng haar voor 't gerecht." En het duurde niet lang of daar kwam ze op een wilde kater schreeuwend en snel als de wind aangereden; en het duurde niet lang of het mannetje was terug, "'t Is al klaar," zei hij, "en de heks hangt al aan de galg. En wat beveelt u verder?" vroeg het mannetje. "Op 't ogenblik niets," zei de soldaat, "je kunt naar huis gaan; maar blijf in de buurt, als ik je roep." - "Je hoeft niets anders te doen," zei het mannetje, "dan dat je je pijp aan het blauwe licht aansteekt, dan sta ik dadelijk voor je." En meteen verdween hij toen voor zijn ogen.
De soldaat keerde naar de stad terug, waar hij vandaan kwam. Hij ging naar het beste hotel, liet mooie kleren maken, en hij beval de waard voor hem een prachtige kamer in te richten. Toen het klaar was, en de soldaat die bewoonde, riep hij het zwarte mannetje en zei: "Ik heb de koning trouw gediend, maar hij heeft me weggezonden en me honger laten lijden; daar wil ik me voor wreken." - "Wat moet ik doen?" vroeg de dwerg, "'s Avonds laat, als zijn dochter al naar bed is, moet je haar hier brengen; ze moet mijn dienstbode zijn." Het mannetje zei: "Dat is voor mij heel gemakkelijk; maar voor jou zou het gevaarlijk kunnen zijn, en als het uitkomt, krijg je op je kop." Toen het twaalf uur had geslagen, sprong de deur open, en het mannetje kwam de prinses binnendragen. "Zo, ben je daar?" riep de soldaat, "ga maar flink aan 't werk! Ga een bezem halen en de kamer vegen." Toen ze daarmee klaar was, liet hij haar bij zich komen, strekte zijn voeten naar haar uit en zei: "Trek mijn laarzen uit." Hij gooide ze haar in 't gezicht, en ze moest ze oprapen, schoonmaken en poetsen. Maar ze deed alles wat hij haar beval, zonder tegenstribbelen, zwijgend, en met half neergeslagen ogen. Bij 't eerste hanengekraai droeg het mannetje haar weer naar het koninklijk slot en naar haar bed terug. De volgende morgen stond de prinses op, ging naar haar vader en vertelde hem, dat ze zo'n vreemde droom had gehad: "Ik werd vliegensvlug door de straten gedragen naar de kamer van een soldaat; ik moest hem bedienen als een dienstbode en allerlei vuil werk doen, de kamer vegen en schoenpoetsen. Het was maar een droom, maar ik ben zo moe of ik het werkelijk had moeten doen." - "Die droom kan geen werkelijkheid zijn geweest," sprak de koning, "maar ik wil je wel een raad geven: doe je zak vol erwten en maak er een klein gaatje in; als je weer gehaald wordt, dan vallen ze en laten een spoor na op straat." Maar terwijl de koning dat zei, was het mannetje ongezien aanwezig en hoorde alles, 's Nachts droeg hij de slapende prinses weer door de straten, en er vielen wel een paar erwten uit haar zak, maar ze vormden toch geen spoor, want het slimme mannetje had van te voren erwten rondgestrooid in alle straten van de hele stad. Maar de prinses moest weer al het zware werk doen tot de haan kraaide.
De volgende morgen zond de koning al zijn bedienden uit om het erwtenspoor te zoeken, maar het was vergeefs. Want in alle straten zaten arme kinderen erwten te zoeken en vertelden: "Vannacht heeft het erwten geregend." - "We moeten er wat anders op verzinnen," zei de koning, "hou je schoenen aan als je gaat slapen, en voor je weggaat moet je er daar één achterlaten en verstoppen; ik zal hem wel weten te vinden." Het zwarte mannetje hoorde dat plan, en toen de soldaat 's avonds verlangde, dat hij de prinses weer brengen moest, ried hij het hem af en zei, tegen deze list was niets bestand, en als de schoen bij hem gevonden werd, dan zou het slecht met hem aflopen. "Doe wat ik zeg!" zei de soldaat, en de prinses moest ook deze derde nacht als een dienstbode werken, maar vóór ze terug werd gedragen, verstopte ze een schoen onder het bed.
De volgende morgen liet de koning de hele stad door naar de schoen van zijn dochter zoeken. En hij werd gevonden; bij de soldaat, en de soldaat zelf, die zich op verzoek van het mannetje uit de voeten had gemaakt, werd buiten de poort spoedig ingehaald en in de gevangenis gestopt. Hij had het beste vergeten bij zijn overhaaste vlucht: het blauwe licht en zijn goud. En hij had nog maar één dukaat op zak. Toen hij nu, zwaar geketend, voor het venster van zijn gevangenis stond, zag hij één van zijn oude kameraden voorbijkomen. Hij klopte tegen de ruit, en toen de man eraan kwam zei hij: "Wees zo goed en haal dat pakje eens, dat ik in de herberg heb laten liggen; ik geef je een dukaat." De kameraad ging erheen en haalde het. Zodra de soldaat weer alleen was, stak hij zijn pijp op en liet het zwarte mannetje komen. "Wees niet bang," zei hij tegen zijn meester, "ga maar waar ze je heen brengen, en laat alles gebeuren, alleen, neem het blauwe licht mee." De volgende dag werd de soldaat voor het gerecht gebracht en ofschoon hij niets kwaads had gedaan, veroordeelde de rechter hem toch ter dood. Toen hij nu weggevoerd werd, vroeg hij de koning om een laatste gunst. "Wat voor één?" vroeg de koning. "Dat ik onderweg nog een pijp mag roken." - "Je kunt er drie roken," antwoordde de koning, "maar je moet niet denken dat ik je 't leven schenk." Nu haalde de soldaat zijn pijp te voorschijn en stak die aan het blauwe licht aan en toen er een paar kringetjes rook waren opgestegen, stond het mannetje er al, met een klein knuppeltje in zijn hand en hij zei: "Wat is er van uw dienst?" - "Sla die valse rechter tegen de grond, en spaar de koning niet, die mij zo slecht behandeld heeft." Toen vloog het mannetje als een bliksem zig-zag heen en weer, en als hij iemand met zijn knuppel maar aanraakte, viel hij op de grond en stond niet meer op. De koning werd heel bang, hij ging al liggen en om zijn leven te houden, gaf hij de soldaat het hele koninkrijk en zijn dochter tot vrouw.