Çizmeli Kardeş


De laars van buffelleer


Hiçbir şeyden korkmayan bir asker hiçbir şeyi de umursamıyordu. Ordudan ayrıldıktan sonra, hiçbir meslek öğrenmediği için para kazanamadı; orada burada dolaşıp işi dilenciliğe kadar vardırdı.
Üzerine eski bir yağmurluk çekti; manda derisinden yapılma çizmelerini giydi.
Bu şekilde dağ taş demeden yollara düştü; tarlalardan geçti, patikalardan yürüdü, derken bir ormana vardı. Önce nerede olduğunu anlamadı, ama kesilmiş bir ağacın kütüğünde oturan iyi giyimli bir adam gördü. Adam yeşil renkte bir avcı ceketi giymişti.
Asker onunla tokalaşarak yanına, çimenler üzerine oturdu ve bacaklarını uzattı.
"Bakıyorum, çizmelerin çok güzel! Pırıl pırıl parlıyor" dedi avcıya. "Ama benim gibi çok yol yürürsen dayanmaz onlar. Benimkilere bak, manda derisinden; yıllardır kullanıyorum dağ taş demeden!"
Bir süre sonra asker ayağa kalkarak şöyle dedi: "Burada daha fazla kalamam. Karnım acıktı! Söylesene Çizmeli Kardeş, bu yol nereye gider?"
"Ben de bilmiyorum" diye cevap verdi avcı. "Ormanda yolumu kaybettim."
"Benim başıma gelen senin başına da gelmiş" dedi asker. "Aynı kaderi paylaşıyoruz demektir. İstersen birlikte yola çıkalım."
Avcı hafifçe güldü; sonra beraber yola koyuldular. Gittiler, gittiler, derken karanlık bastırdı.
"Bu ormandan çıkamayacağız" dedi asker. "Ama uzakta bir ışık görüyorum, orada yemek de buluruz belki."
Taştan yapılma bir eve vardılar ve kapıyı çaldılar. Bir kocakarı kapıyı açtı.
"Yatacak bir yer arıyoruz" dedi asker. "Biraz da yiyecek bir şey, çünkü karnım zil çalıyor!"
"Burada kalamazsınız" diye cevap verdi kocakarı: "Burası haydut yatağıdır; aklınız varsa, onlar dönmeden kaçarsınız; yoksa sizi bulurlarsa hapı yutarsınız!"
"Boş versene sen! İki günden beri mideme bir şey girmedi; ha burada ölmüşüm, ha ormanda, ne fark eder ki! Ben içeri giriyorum" dedi asker.
Avcı girmek istemedi, ama asker onu kolundan çekerek, "Gel, arkadaş, postu kolay deldirtmeyiz" dedi.
Kocakarı onlara acıdı. "Şu sobanın arkasına saklanın; onlar yemek yiyip uyuduktan sonra size bir şeyler verebilirim" dedi.
Tam o köşeye çekilmişlerdi ki, on iki haydut içeri daldı; hazır sofraya oturdular, arsız arsız yemek istediler.
Kocakarı onlara bir tepsi içinde kızarmış et getirdi; haydutlar yemeğe saldırdı.
Asker et kokusu burnuna gelince avcıya, "Daha fazla dayanamayacağım, kalkıp ben de onlarla yiyeceğim" dedi.
"Canımızı tehlikeye atıyorsun" diyen avcı onu kolundan tuttu. Ama asker yüksek sesle öksürmeye başladı.
Bunu duyan haydutlar çatalı bıçağı bir yana bırakarak yerlerinden fırladı ve sobanın arkasında saklananı buldular.
"Ooo, beylere de bakın hele! Ne arıyorsunuz burada? Casusluğa mı çıktınız yoksa? Bekleyin de, size ağaçta sallanmayı öğretelim" dediler.
"Ağır olun bakalım" diye karşılık verdi asker. "Benim karnım aç, önce yemek verin, sonra ne isterseniz onu yapın."
Haydutlar şaşırdı. Şefleri, "Bakıyorum korkmuyorsun! Güzel! Yemek verelim, ama sonra öleceksin!"
"Görürüz" diyen asker masaya oturdu ve hiç korkmadan kızartmaya el attı. Avcıya dönerek, "Gel, çizmeli kardeş, sen de ye! Benim kadar acıkmışsındır, kendi evinde bile bundan daha iyisini bulamazsın" dedi.
Haydutlar askere şaşkınlıkla baktılar ve "Herif hiç tınlamıyor be" dediler.
Sonra asker, "Yemek iyiymiş. Şimdi içecek bir şey getirin" dedi.
Haydut şefi keyiflendi, bu küstahlığı da sineye çekerek kocakarıya seslendi: "Mahzenden bir şişe şarap getir, en iyisinden" dedi.
Asker şişenin mantarını ses çıkartacak şekilde çıkarırken, "Bak, çizmeli kardeş, buna bayılacaksın! Buradaki eşdostun şerefine içiyorum" dedi ve şişeyi haydutların başı üzerinde gezdirerek: "Hepiniz çok yaşayın, ama şimdi ağzınızı açıp sağ elinizi havaya kaldırın" diye ekledi. Bu sözler ağzından çıkar çıkmaz haydutların hepsi hareketsiz kaldı. Hepsi taşlaşmıştı; ağızları açıktı ve sağ elleri havaya kalkmıştı.
Avcı askere, "Bakıyorum, çok marifetlisin! Hadi eve gidelim" dedi.
"Ohoo, acele ediyorsun be çizmeli kardeş! O kadar erken gitmeyelim. Düşmanı yendik, şimdi ganimete bakalım. Herifler ağızları açık, bize bakıyor, ama ben izin vermedikçe kımıldayamazlar. Gel, ye, iç" diye karşılık verdi asker.
Kocakarı bir şişe şarap daha getirdi ve asker üç günlük yiyeceği bir oturuşta bitirdikten sonra sofradan ancak kalktı.
"Hadi artık kirişi kıralım. Kestirmeden gitmeden önce kocakarıya şehrin yolunu soralım" dedi.
Şehre vardıklarında asker eski arkadaşlarıyla buluştu:
"Ormanda bir haydut yuvası buldum, gelin de şunları kodese tıkalım" dedi. Sonra arkadaşlarını oraya götürdü. Bu arada avcıya, "Sen de gel bak, onları ayaklarından bağlarken nasıl debelenecekler, görürsün" dedi. Arkadaşları haydutları çember içine aldıktan sonra asker şarap şişesini eline alarak bir yudum içti. Sonra şişesini onların başları üzerinde gezdirirken, "Hepinizin şerefine!" diye seslendi. Aynı anda hepsi hareket etmeye başladı, ama muhafızlar hemen onları birer çuvala koyarak bir arabaya yükledi.
Asker, "Doğru hapishaneye götürün bunları" diye ekledi.
Ama avcı adamlardan birini yanına çağırarak ona bir şey söyledi.
"Çizmeli kardeş" dedi asker, "Düşmanın hakkından geldik, karnımızı doyurduk. Hadi şimdi rahat rahat yola koyulalım."
Şehre yaklaşırken asker, şehir surlarına bir sürü insanın toplandığını, hepsinin sevinç naraları attığını ve havalarda zeytin dalları salladıklarını gördü. Derken üzerlerine doğru bir muhafız alayı geldi.
"Ne oluyor yahu?" diye şaşırarak avcıya sordu.
"Uzun zamandan beri kral bu yöreden uzaktaydı; bilmiyor musun? Bugün geri dönüyor; herkes de onu karşılamaya çıkmış" diye cevap verdi avcı.
"İyi de, kral nerde peki?" diye sordu asker: "Ben görmüyorum."
"Burada" diye cevap veren avcı ceketini çıkardı; kraliyet elbisesi göründü. "Kral benim; gelişimi bildirmiştim" dedi.
Asker dehşet içinde kaldı, hemen yere diz çöktü ve ona sıradan bir insanmış gibi davrandığı için özür diledi.
Kral ona elini uzatarak şöyle dedi: "Sen cesur bir askersin; benim bayatımı kurtardın! Artık sıkıntı çekmeyeceksin, ben gerekeni yapacağım. Bir gün canın haydut yatağındaki gibi bir kızartma isterse saraya gel. Ama birinin şerefine içmeden önce benden izin almalısın!"
Een soldaat die nergens bang voor is, bekommert zich ook nergens om. Zo'n soldaat was afgedankt, en omdat hij verder niets geleerd had en niets verdienen kon, trok hij rond en bedelde bij goede mensen om een aalmoes. Om zijn schouders hing een oude regenjas, en een paar laarzen van buffelleer waren ook nog van hem. Op een dag ging hij, zonder op de weg te letten, steeds maar de velden door en kwam eindelijk in een bos terecht. Hij wist niet waar hij was, maar op een afgehakte boomstronk zag hij een man zitten, die goed gekleed was en ook een groene jagersjas aan had. De soldaat gaf hem de hand, ging naast hem op het gras zitten en strekte z'n benen uit. "Ik zie dat je mooie laarzen aan hebt en ze zijn prachtig gepoetst," zei hij tegen de jager, "maar als je zo rond moest trekken als ik, zou je ze ook niet lang mooi houden. Kijk maar eens naar de mijne, die zijn van buffelleer en ze hebben al lang dienst gedaan, maar ze gaan mee, door dik en door dun." Na een poosje stond de soldaat op en zei: "Ik kan niet langer blijven zitten, de honger jaagt me verder. Zeg me eens, Broeder Waslaars, waar gaat die weg naar toe?" - "Dat weet ik ook niet," antwoordde de jager "ik ben verdwaald in het bos." - "Dan gaat het je net als mij," zei de soldaat; "gelijk met gelijk zijn goede kameraden, we zullen bij elkaar blijven en de weg zoeken." De jager glimlachte even, en ze liepen samen verder, steeds verder, tot de nacht viel. "We komen dat bos niet meer uit," zei de soldaat, "maar daar in de verte zie ik een lichtje flikkeren, daar zal wel wat te eten zijn." Ze vonden een stenen huis, klopten aan de deur, en een oud vrouwtje deed hun open. "We zoeken onderdak," zei de soldaat "en een beetje voedsel voor de maag, want de mijne is zo leeg als een oude ransel." - "Hier kunnen jullie niet blijven," zei de oude vrouw, "dit is hier een rovershuis, en jullie doen het verstandigst, als je maar maakt datje wegkomt, voor ze thuiskomen, want als ze je vinden, dan ben je verloren." - "Zo'n vaart zal het wel niet lopen," zei de soldaat, "ik heb in twee dagen geen hap eten gehad, en het is me hetzelfde, of ik hier omkom of in 't bos van honger sterf. Ik ga naar binnen." De jager wilde niet mee, maar de soldaat trok hem aan zijn mouw en zei: "Kom, broederhart, het zal wel niet dadelijk om onze hals gaan." De oude vrouw had medelijden en zei: "Kruipen jullie achter de kachel, als de anderen wat hebben overgelaten en zijn ingeslapen, dan zal ik het jullie wel toestoppen." Nauwelijks zaten ze in hun hoekje, of daar kwamen twaalf rovers aangestormd, ze gingen aan tafel zitten ¯ die was al gedekt ¯ en vol ongeduld eisten ze hun maal. De oude vrouw droeg een groot stuk vlees binnen, en de rovers lieten het zich goed smaken. Toen de reuk van het eten de soldaat in de neus kwam, zei hij tegen de jager: "Dat houd ik niet langer uit, ik ga aan tafel zitten en ik eet mee." - "Je brengt ons om het leven," zei de jager en hij hield hem bij de arm vast. Maar nu begon de soldaat hard te hoesten. Toen de rovers dat hoorden, gooiden ze mes en vork neer, sprongen overeind en ontdekten het tweetal achter de kachel. "Aha, heren!" riepen zij, "zitten jullie daar in de hoek? Wat willen jullie hier? Zijn jullie als bespieders uitgezonden? Wacht maar, straks zullen we jullie leren vliegen, aan een dorre tak!" - "Kalmpjes aan," zei de soldaat "ik heb honger; geef me te eten, straks kunnen jullie doen wat je wilt." De rovers stonden versteld, maar de hoofdman sprak: "Ik merk al dat je niet bang bent, goed, eten mag je hebben, maar daarna zul je ook sterven." - "Dat kan altijd nog," zei de soldaat, en hij ging aan tafel zitten en begon dapper van het vlees te eten. "Broeder Waslaars, kom ook wat eten!" riep hij de jager toe. "Je zult net zo'n honger hebben als ik, en een beter stuk vlees kun je thuis niet krijgen." Maar de jager wou niets eten. De rovers keken de soldaat vol verbazing aan en zeiden: "Die bekommert zich nergens om." Daarop zei hij: "Het eten was best, maar geef me er nu ook een goede drank bij." De roverhoofdman was in een goede bui en liet ook dit toe, en hij riep naar de oude vrouw: "Haal maar een fles uit de kelder, en één van de beste." De soldaat trok er de kurk af dat het knalde, en hij ging met de fles naar de jager en zei: "Pas maar op, Broeder, nu zul je een wonder beleven, en ik ga een dronk uitbrengen op de hele bende." Hij zwaaide de fles boven de hoofden van de rovers en sprak: "Op jullie leven, maar je mond open en de rechterhand omhoog!" en hij nam een flinke slok. Nauwelijks waren die woorden gesproken of ze zaten allemaal stijf en stil, hun monden open en hun rechterhanden omhoog. De jager zei tegen de soldaat: "Ik zie dat je nog andere kunsten kent; kom nu maar gauw mee, dan gaan we naar huis." - "O! Broederhart, dan wou je al te gauw afmarcheren; we hebben de vijand wel verslagen, nu moeten we ook nog wat buit maken. Ze zitten nu stil en hebben hun monden open van verbazing: maar ze mogen ook geen vin verroeren voor ik het hun toesta. Kom, eet wat en drink eens." De oude vrouw moest nog een fles van de beste wijn halen, en de soldaat stond niet eerder op, voor hij wel voor drie dagen had gegeten. Eindelijk, toen het weer dag werd, zei hij: "Nu moeten we de tent gaan afbreken, en om een korte mars te hebben, moet de oude vrouw ons de kortste weg naar de stad wijzen." Toen ze daar waren aangekomen, ging hij naar zijn oude kameraden en sprak: "Ik heb buiten in het bos een nest vol galgevogels gevonden, kom mee, dan gaan we het uithalen." De soldaat voerde hen aan en zei tegen de jager: "Je moet weer mee terug en kijken hoe ze fladderen, als we ze bij hun voeten pakken." Hij stelde de manschappen in een kring om de rovers heen; dan nam hij de fles, dronk een slok, zwaaide haar over de rovers heen en riep: "Jullie mogen allemaal leven!" Meteen hadden ze hun beweging herkregen, maar ze werden omvergeworpen en aan handen en voeten geboeid. Toen beval de soldaat, dat ze als zakken op een kar zouden worden gegooid en hij zei: "Rijd ze maar meteen door naar de gevangenis." Maar de jager nam één van de soldaten terzijde en gaf hem nog een opdracht mee.
"Broeder Waslaars" zei de soldaat, "we hebben de vijand op gelukkige wijze overrompeld en hebben heerlijk gegeten, en nu zullen we als uitvallers rustig achteraan marcheren." Toen ze bij de stad kwamen, zag de soldaat, dat een grote mensenmenigte de stadspoort uitstroomde, luide vreugdekreten aanheffend en zwaaiend met allemaal groene takken. Daarop werd hij de hele lijfwacht gewaar die aan kwam zetten. "Wat heeft dat te betekenen?" zei hij heel verwonderd tegen de jager. "Wist je dan niet," gaf deze ten antwoord, "dat de koning gedurende lange tijd van zijn rijk was verwijderd? Vandaag keert hij terug, en ze gaan hem allemaal tegemoet." - "Maar waar is die koning dan?" zei de soldaat, "ik zie hem nergens." - "Hier is hij," antwoordde de jager: "ik ben die koning en ik heb hen mijn aankomst verteld!" En hij knoopte zijn jagershemd los, zodat de soldaat daaronder het koningsgewaad kon zien. Nu schrok de soldaat, hij boog zich op een knie en smeekte om vergiffenis, omdat hij hem uit onwetendheid als zijn gelijke behandeld had en hem zulke rare namen had gegeven. Maar de koning reikte hem de hand en zei: "Je bent een dapper soldaat, en je hebt me het leven gered. Je zult geen armoe meer lijden en ik zal voor je zorgen. En als je eens een goed stuk vlees wilt eten, net zo goed als in het roversnest, kom dan maar bij mij in de keuken. Maar als je op mijn gezondheid wilt drinken, vergeet dan niet om eerst mij om toestemming te vragen!"